VAROLUŞ

Günlerdir buralara uğramadım.Çok nadiren bir şeyler karalama isteği duydum ama bu istek geldiği hızla kayboldu..Genellikle artan bir ivmeyle kitap okuma hali içinde olurdum ama çok sevdiğim kitaplarımın  yüzüne bile bakmadım.Yaşam enerjisi bilinmeyen güçler tarafından tamamiyle emilmiş  ve posası çıkmış bir insanın ruh hali içinde etrafta dolandım durdum.Film seyretme keyfime ise ara vermeden tam gaz devam ettim,edebildim.O iki-üç saatlik zaman diliminde dünyayı unuttuğumdan olsa gerek.Bir sürü ilgi çekici ve güzel film izledim.Hiroshima mon amour,Awakenings ve Interstellar gibi.

Bu aralar varoluş sorunu,varoluşculuk vs gibi konulara yoğunlaştım.Varlığımızın amacı nedir?Niçin dünyaya geliyoruz?Ölüm bir yok oluş mu?Yoksa başka bir boyuta geçme hali mi?gibi benzeri sorulara cevaplar arıyorum.Aslında tüm bu sorular  tarih boyunca insanoğlunun  ilgisini çekmiş ve tüm büyük dinlerin teolojisinin de bir parçası olmuştur.İnsan doğası gereği nedeni,niçini ve nasılı bilmek,evrenin işleyişi hakkında rasyonel cevaplar elde edebilmek istiyor.Interstellar adlı bilim kurgu filmini izledikten sonra tüm bunları daha çok düşünmeye başladım.Yapımcılarından biri bir fizik profesörü olan,yönetmenliğini Christopher Nolan’ın yaptığı -ki kendisi Memento ve İnception gibi harika filmlere imza atmış çok önemli bir yönetmen ve senaristtir-ilgi çekici bir film bu.Konusuna çok kısaca değinecek olursam,dünyada yiyecek sıkıntısı başlamış ve her yeri toz fırtınaları sarmıştır.İnsanlığın geleceğini tehlikelerden korumak için,yeni bir gezegen arayışı şart olmuştur.İşte kahramanlarımız,Nasa da görevli birkaç bilim adamı tarafından içinde yaşamın olabileceği yeni bir gezegen bulup,orada koloni kurmak umuduyla uzay yolculuğuna çıkarılırlar.Bazı mantık hatalarına rağmen filmin genelini akıcı buldum.Tabii,kara delik,solucan deliği,Einstein’ın görelilik kuramı gibi bazı terimlere biraz da olsa vakıf olmanız lazım,yoksa filmi anlamakta zorluk çekebilirsiniz.Filmi seyrettikten sonra 3.boyut,5.boyut vs konusu takıldı aklıma.Filmdeki bir sahnede karadeliğin içinde 5.boyuta çıkarak zaman yolculuğu yapan  baba ,kütüphanenin arkasından,mors alfabesi ile kızına mesaj gönderiyor.Ama kızı başka bir boyutta olduğu için kitapların düşüşünü hayalet diye nitelendiriyor ve babasını fiziki olarak algılayamıyor.Buradan konuyu şuraya bağlayacağım aslında.Yukarda ölüm başka bir boyuta geçmek midir demiştim.Belki de, şu an hayatta olmayan yakınlarımız filmde olduğu gibi başka bir boyuttan bizi izleyebiliyorlardır ve biz üç boyutlu bir evrenin içinde yaşadığımız için onları göremiyoruzdur.Kaybettiğimiz sevdiklerimizin oralarda bir yerlerde varolmaya devam ettiğini düşünmek ,onları göremediğimiz için ne derece sevindirici olur ya da daha da fazla hüzün sebebi mi bilemiyorum aslında.

Neyse, bu konularda nihai cevapları bulabilmek pek mümkün görünmüyor gibi.Konuyla fazla haşır neşir olmak,karşısına çıkan herşeyi içine çeken bir kara delik misali sizi daha da derinlere çekiyor.Malum kara deliklerin çekim gücüne hiçbir şey karşı koyamaz.En iyisi evrenin işleyişine ve yapısına hayranlık duymaya devam ederek,okuyup araştırmayı sürdürmek.Belki bir gün hayata bakış açımızı kökten değiştirecek yepyeni bilgilere ulaşırız.

GÜNLÜK HAYATIN SIRADANLIĞI VE BELİRSİZLİĞİN CAZİBESİ ÜZERİNE BİR YAZI

soru-isareti(1)

Birbirinin aynısı günlerden oluşan rutinin sıkıcılığı mıdır güzel olan yoksa sizi endişeli bekleyişlere sevk eden,sonu öngörülemez ve üstelik hayal kırıklıkları ile de sonuçlanması muhtemel belirsizliğin çekiciliği midir esas olan?
Hayatta hiçbir şeyin rutine binmesini istemeyiz.Çünkü;rutin sıkıcıdır,tekdüzedir,sıradandır.Ve bu yüzden de insanoğlu,yaşadığı hayatı renklendirecek,sıradan hayatına anlam katacak arayışlar içindedir ve daima rutini kırmak ister.Çoğu defalar çevremizdeki kişilerden duymuşuzdur.”Sabah kalk,yemek ye,işe git,eve gel,yemek ye ,yat,uyu,tüm hayatım bundan ibaret”şeklindeki şikayetleri.Üstelik psikologlar ve kişisel gelişim uzmanları da rutini kırmamızı ve değişikliklere direnç göstermememizi tavsiye ederler bize.Hatta,psikanalistin kurucusu ünlü nörolog Sigmund FREUD der ki”Sinir hastalığı belirsizliğe tolerans gösterememektir”
Oysa bazen insan,olumsuzlukların üst üste gelmesinden yorulur ve çıkan yeni problemlere farklı çözümler aramaktan bıkar.Gerçi Murphy yasalarına göre ”Bundan daha kötüsü olamaz dediğiniz andan başlayarak,işler daha da kötüye gider”Böyle anlarda,beynimizi adeta bir kurt gibi kemiren olumsuz düşüncelerden duyduğumuz rahatsızlıkla,deli rüzgarlarda daha fazla savrulmak istemeyiz ve sakin bir limanda,rutin hayatımızın bizi tüm şefkati ile sarmalamasına ve ruhumuzun huzur bulmasına ihtiyaç duyarız. İşte tam da bu sebeple,rutin bazen güzeldir.Sürprizler yoktur ama belirsizlikler de yoktur.Herşey belli bir düzen içindedir ve taşlar yerine oturmuştur.Yarın ne olacağını bilmeden yaşamak paranoya katsayısını arttırmaktan başka bir işe yaramıyor.Oysa hergün dünün aynısı olsa bile ,rutin hayatta güven duygusu hakimdir.
Sonuç olarak,hayatın bazen hep aynı devinim içinde ilerlemesi de güzel.Hem ruhen hem de bedenen dinlenmemize vesile oluyor ve bunu da gelecek günleri daha büyülü hale getirebilmek için bir mola olarak kabul edebiliriz.

MİDİLLİ ADASI

 

 12026395_1478520725809343_390315763_n

Mütevazi,lüksten uzak,sessiz ve sakin,dinlenme tatili arayışı içindeyseniz Midilli tam size göre.En büyük üçüncü Yunan adası olan,onlarca medeniyete ev sahipliği etmiş,tarihi ve doğal güzellikleri ile büyüleyici bir ada Midilli ya da Yunanlıların deyişiyle Lesbos(Lesvos).
Kapı vizesi ile de sorun yaşamadan kolayca ziyaret edebileceğiniz adayı,rahatça keşfedebilmek için mutlaka araba kiralamanızı tavsiye ederim.İlk kez 2015’in Eylül ayında ziyaret ettiğimiz adayı, tekrar görebilmek bu yazın en güzel sürprizi oldu benim için.Zira,aklımızda ve planlarımızda Thassos (Taşöz) adası vardı fakat beklenmedik bazı aksilikler yolumuzun Lesvos adası ile tekrar kesişmesine sebep oldu.İyi de oldu.Çünkü,Midilli öyle 5-6 günde gezip bitirilecek bir ada değil.
Öncelikle ada hakkında kısa bir bilgi aktarayım.Lesvos ismi Eressos doğumlu ünlü Yunanlı şair Sappho’dan gelmektedir.Sappho,sadece kız çocuklarının eğitim gördüğü bir şiir okulu açmış ve yaşadığı dönemdeki sisteme karşı bakış açısı,özgür ruhu ve aykırı fikirleri ile ada halkının da tepkisini çekmiştir.Lezbiyen kelimesi de Lesvos’lu anlamına gelmektedir ve buradan türemiştir.
1462’de Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katılan adayı,Balkan savaşları sırasında Yunanlılara bırakmışız.Adaya ulaşabilmek için Ayvalık’tan 1,5 saat süren bir feribot yolculuğu yapmanız gerekiyor.Jale Tur,Jalem Tur ya da Turyol gibi şirketlerden birini seçebilirsiniz.Biz Jale Tur u seçtik.Çünkü,saat 09.00 daki tek arabalı sefer bu şirkette mevcuttu.Adaya kendi arabanızla gitmek istiyorsanız çipli yeni ehliyete ve de Turing kurumundan alacağınız yeşil sigortaya ihtiyacınız var.Feribot biletini online alırsanız kişi başı 25 Eur ve araba içinde 65 Eur ödemeniz gerekiyor.Kişisel fikrim araba kiralamanın,adaya kendi arabanızla gitmekten daha konforlu olacağı yönünde.Böylece arabayı uygun bir yere park et,kendi pasaport işlemlerini hallet sonra customs’a (gümrük)araba girişini kaydettir ve sonra verdikleri kartla tekrar arabanın başına gidip,görevliye arabanı kontrol ettirt gibi bir sürü angarya işten kurtulursunuz.Bir de siz arabanızı feribot çıkışı park etmekle uğraşırken,arabasız gelenler hızla pasaport kuyruğuna ilerliyor ve sıranın en sonlarındaki kişiler olarak dakikalarca beklemek zorunda kalıyorsunuz.Bir önceki gelişimizde araba kiralamayı tercih etmiştik ve herşey çok daha kolaydı.IMG_0954
Herneyse,her iki gidişimizde de herkesin gözdesi Molivos (Mithymna) yerine Plomari de konaklamayı tercih ettik ve bu kararımızdan hiç pişmanlık duymadık.Plomari adanın Uzo merkezi.Yunanistan ın Uzo üretiminin %60’ı burada gerçekleşmekte.Sakin,sessiz,huzur dolu bir yer.Otelimiz Agios isidoros beach üzerinde konumlanmıştı.Plomari merkezine 2 km uzaklıkta.Plomari de konaklayacak olanlara ya da ziyaret edenlere Seven seas adlı restaurant ta eşşiz Yunan mezelerinin tadına bakmalarını mutlaka öneririm.Çalışanları son derece sıcak ve samimi,mezeler ve balıklar porsiyon olarak Yunanistan ın geneli gibi oldukça büyük ve lezizdi.Restaurant ın manzarası da denize sıfır konumda ve nefes kesici.Fiyatlar,iki kişi için dört çeşit meze ve bir ufak uzo dahil 30 Eur ve en iyi restaurant listelerinde (Plomari için) bir numara çıkan bir yer için oldukça makul.11998120_1478522095809206_134240498_n
11997198_1478521319142617_428516566_n
Kabak çiçeği kızartması,musakka,etli yaprak sarma ve kalamarını özellikle tavsiye ederim.
Molivos ta kalmayı tercih etmedik dedim ama bu demek değil ki Molivos görülmeye değer bir yer değil.Ortaçağ’dan kalma kalesi,liman boyunca sıralanmış restaurant ve kafeleri,mimarisi ve nefes kesen panoramik Ege denizi manzarası ile oldukça cezbedici bir yer.Burası kesin ama denize girilecek sahili,Agios isidora beachle kıyaslanınca çok küçük ve deniz girişi oldukça taşlık.Deniz derinlerde yüzmeyi sevenler için son derece sığ.
Midilli adasına her gidişimde ziyaret etmekten büyük bir mutluluk duyduğum yerlerin başında da Agiasos adlı dağ köyü geliyor.Küçük cumbalı,rengarenk evleri,arnavut kaldırımlı sokakları ve şirin çarşısı,sevimli kafeleri ile bambaşka bir atmosfere sahip.Ahşap oymacılığı ve seramikleri çok meşhur olduğu için çarşı içindeki dükkanlardan hediyelik birşeyler satın alabilir ve ya Yunan kahvesi eşliğinde çarşı içindeki kafelerden birinde kısa bir mola verebilirisiniz. Gitmişken saat kulesi ve kliseyi de ziyaret etmeyi unutmayın tabii.IMG_0952
11997105_1478582455803170_1313792705_n
11855392_1478582725803143_1150368111_n
Midilli de görülmesi gereken diğer yerler de Petra ( Molivos a çok yakın) Sappho nun doğduğu Skala Eressos,Vatera,küçük bir koyda konumlanmış,göl gibi sakin bir denize sahiP Tarti,adanın tam merkezindeki Kalloni,Mantamados ve de Midilli merkezdeki Ermou caddesi.Gelmişken Kalderimi de öğlen yemeği yemeyi unutmayın ardından Panellinion kafede de bir yorgunluk kahvesi iyi gidecektir.
11998344_1478587422469340_926626963_n
12023204_1478587792469303_113433257_n
Unutmadan,alışveriş tutkunları için bir not;siesta nedeniyle tüm dükkanlar 14.00 den sonra saat 18.00 e kadar kapalı.Zaman ayarlamasını iyi yapmakta fayda var.
Midilli hakkında anlatacak çok şey var ama detaylar başka bir yazının konusu olsun.Gitmek isteyen herkese iyi geziler dilerim.

Dünya hep mi böyleydi?

Doğru ile yanlış,gerçek ve hayal iç içe geçti,ayırt edilemez hale geldi.Dünyanın akıl almaz olayları karşısında,zihnimin eski işleyiş tarzını değiştirsem bile hayata ve kendime yabancılaştığım gerçeğini değiştiremiyorum.
Dünya gittikçe çürüyor.Daha az yaşanılası bir yer haline geldi.İnsanlar yozlaşıyor,kötüleşiyor,vahşileşiyor.
Dünya hep mi böyleydi yoksa ağır ağır değişti ve gittikçe daha korkunç bir yer haline geldi de biz mi fark edemedik?
Duru bir zihin ve berrak bir gözle çevresini gözlemleyen ortalama zekadaki herkes ,adapte olduğu ortamın değiştiğini algılayabilir herhalde.
Travmatik haber bombardımanından kendimi koruyayım diye,gerek yazılı ve görsel basından gerekse sosyal medyadan uzak durayım diyorum ama ne mümkün.Gazete sütunları,televizyon haberleri iç acıtan vahşet ya da nefret söylemleri içeren siyaset haberleri ile dolu.Hayat içinde bunlardan ne kadar soyutlamaya çalışsak da kendimizi, bir şekilde bir yerde karşımıza çıkıveriyor.
Nitekim dün okuduğum bir haber gene içimi acıttı,ruhumu sarstı.9 aylık hamile Suriyeli bir kadın,1o aylık çocuğuyla birlikte kaçırılıyor ve tecavüz edildikten sonra vahşice öldürülüyor.Bu nasıl bir vicdan nasıl bir ruh halidir anlayabilmek mümkün değil.Bunu yapan birisi insan olamaz.Olsa olsa şeytanın ete kemiğe bürünmüş halidir.Okuduğum kadarıyla aslında kadının eşiyle sorunlularmış ve erkekten intikam almak,onu cezalandırmak için de bir anlamda kadın bedenini aracı olarak kullanıyorlar.Kadına uygulanan bu şiddet ne zaman son bulacak ya da son bulacak mı bilmiyorum.Zira, erkek egemen toplumlarda kadının toplum içindeki rolü belli.İtaat etmeye ve iyi bir eş olmaya zorlanan,birey olarak kabul görmeyen kadınlar aksi bir tutum içinde bulunursa,ona uygulanan her türlü şiddet bir anlamda meşrulaştırılıyor.
Umarım gerek kadınlara gerekse kendini savunamayan çocuklara ve hayvanlara yönelik her türlü şiddet eylemi bir gün son bulur ve bunlar her kim tarafından gerçekleştiriliyorsa yaşattıklarını yaşamadan ölmezler.

KİTAPLARLA DOLU BİR EV VE RUHSAL DİNGİNLİK

Hayattaki ilk amacımız mutluluğa erişmek ve ruhsal sükun içinde yaşamak olmalı.Tabii,ruh dinginliğine ulaşmak 21.yüzyılda o kadar kolay birşey değil.Bunun yolu herşeyden önce düşüncelerimizi kontrol altına alabilmekten geçiyor.Gün içinde lüzümlu lüzumsuz binlerce düşünce üşüşüyor zihnimize.Ve bizim için zararlı olabilecek bazı düşünceler ne yaparsak yapalım takılı kalıyor orada.Bundan nasıl kurtulabiliriz ya da zihnimizi nasıl boşaltıp ruhsal huzura kavuşabiliriz tarzı şeyleri maddeler halinde sıralayacak değilim.Zira, kişisel gelişim kitaplarında benzer formda yüzlerce yazı mevcut.
IMG_0531

Aslında bambaşka bir konuya değineceğim.Madem hayat hiçbirimiz için kolay değil.Sürekli uğraşılması ve başedilmesi gereken problemler silsilesi içinde yaşamak zorundayız.O halde kendimizi huzurlu hissedeceğimiz ve günlük hayatın stresinden arınıp,yenilenebileceğimiz sığınaklarımızı yani evlerimizi daha da huzurlu hale getirelim.Evimiz bizim mabedimiz aslında.Kendimizi en huzurlu hissettiğimiz,günlük hayatın karmaşasından ve kaygılarından kaçıp,ruhumuzu dinginliğe eriştiren bir mabet.Hayatımın hiçbir döneminde tıka basa eşyalarla dolu bir ev atmosferi bana cazip gelmedi.Bazı insanlar ”Herşey elimin altında olunca kendimi daha mutlu hissediyorum” der.Ben onlardan değilim.Ferah ve yalın bir yaşam alanı içinde ,belli bir düzen içinde yaşamak bana kendimi daha iyi hissettiriyor.Ev içindeki gereksiz karmaşa,oraya buraya savrulmuş giysiler ve eşya kalabalığı benim sadece gözümü yormuyor aynı zamanda ruhumu da daraltıyor.Bunun tek istisnası kitaplar ve tablolar.Minimalist dekorasyon anlayışı ruhuma daha çok hitap etse de ,her tarafı kitaplar ve tablolarla kuşatılmış bir ev ,onlarla aramdaki garip aşkı daha da pekiştiriyor ve sanırım kitaplar varolduğu her ortama bir sıcaklık ve huzur getiriyor.Konfüçyüs’un dediği gibi ”Tanrım bana çiçek dolu bir bahçe ve kitap dolu bir ev ver”Neyse ki -henüz tam arzu ettiğim boyutta olmasa da- kitap dolu bir eve sahibim ve onların orda olduğunu bilmek bana daimi bir huzur veriyor.

GENE KAFKA YI SEÇTİM

”Bir odadayız Milena. Birbirine bakan iki kapının ardındayız ama ayrı ayrı. Biri açacak olsa diğeri hemen ürküp kapıyor kapıyı. Halbuki bu iki kişi ürkeklik olarak bu kadar benzemeseler, biri diğerine hiç aldırış etmese açsa kapıyı çıksa dışarı odayı düzenlese. Ama hayır o da en az diğeri kadar ürküyor ve saklanıyor kapısının ardına ve o güzelim oda bomboş kalıyor ortada.”

FullSizeRender (1)
Holdeki kitaplığımın önünde durmuş,gün geçtikçe artan kitap yükünü yakında taşıyamayacağını düşündüğüm zavallı kitaplığımdan,okumak için tam bir kitap seçmiştim ki;Kafka’nın ”Milena’ya Mektuplar” adlı kitabına takıldı gözüm.Kitabı elime aldım ve sayfaları arasında biraz dolandım.Çok uzun zaman olmuştu okuyalı.Bazen aynı kitabı tekrar tekrar okuma isteği ile dolar içim.Üstelik okunmayı bekleyen bir sürü yeni kitap mevcutken.Schopenhauer bu konu hakkında ”Bir kitabı iki kez okumak dışında verilebilecek başka öğüt yoktur ”der.Çünkü ona göre ”Hiç bir parça ne ilk ne sondur ,her parça bütünü destekler,bütün de bu parçaları .En küçük parça bile bütün anlaşılmadan anlaşılamaz.” Kafka benim için kitapları tekrar ve tekrar okunması gereken, insanın içinde yaşadığı topluma yabancılaşmasını en iyi anlatan yazarlardan biri.Karamsar bir kişilik yapısına sahip.Hayatı boyunca üç kere nişanlanmış ama hiç evlenmemiştir.Kitaplarını çekçeye çeviren ve tanıştıkları dönemde evli olduğu için hiçbir zaman kavuşamadığı Milena ya yazdığı mektuplardan oluşuyor kitap.Günümüzün iletişim çağında,5 yıl süren bir mektup aşkı biraz garipsenebilir elbette.Ve pek tabii ki de görsel ve işitsel kitle iletişim araçlarının çoğaldığı,bilgiye bu kadar kolay ulaşıldığı böyle bir çağda,mektuplaşma biraz ilkel ve nostaljik bir yöntem olarak kalıyor.Neyse sosyal medya eleştirisi yapacak ya da teknolojiye sırtınızı dönün diyecek değilim ama Milena ile Kafka nın sadece 3 kez yüzyüze görüşerek ,beş yıl boyunca mektuplarla süren bir aşkı devam ettirmeyi başarmalarının ardında yatan gerçek belki de yazı dilini kullanarak iletişim kurmak zorunda kalmalarıdır.Malum yazı dili yüzyüze görüşmeye benzemez.Hata kabul etmez.Seçtiğiniz sözcüklere dikkat etmek zorundasınız.Yanlış anlamalara,anlaşılmalara mahal vermemek için kelimeleri daha titizlikle seçmek,doğru sözcükleri bulmak için özen göstermek kısaca bir emek harcamak zorundasınız .Karşımızdakiyle yüzyüze iletişim içindeyken seçtiğimiz sözcükler gene önemli fakat araya jestler,mimikler hatta kelimelerdeki vurgular ve tonlamalar gibi bir sürü faktör giriyor ve kendimizi yazı diline göre çok daha doğru ifade edebilme şansına sahip oluyoruz.Bir başka deyişle konuşma dilinde bazen en incitici sözleri bile ustaca bir üslupla öyle iyi bir şekilde ifade ederiz ki nasıl bir şekilde söylediğimiz,söylenen sözden daha fazla önem kazanır.Milena nın cevaplarını içeren mektuplar bulunamadığı için ,aynı tutkuyla Kafka ya bağlı olup olmadığını hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama Kafka nın yazdıklarından aşağı yukarı tahmin ediyorsunuz zaten Milena nın cevaplarını.Neyse,önümüzdeki günlerde bu kitabı tekrar okuyacağım.Velhasıl gene Kafka’yı seçtim,bu kadar kitap arasında. Sonra sırada, son anda fikrim değişmezse George Orwell var.
Yazımı kitaptan bir alıntı ile bitiriyorum.
”Yarım kalmış bir düş gibi önümden geçip gidiyorsunuz.
Masalar, sandalyeler, geçtiğimiz yer, hatta elbiseniz bile gözümün önünde. Yüzünüzün, ayrıntılarını çıkaramıyorum.
Kötü bir yarım kalan düş olsa gerek bu. çok ilginç, hem de çok..”

TEŞEKKÜR ETMEK BU KADAR ZOR MU?

ALWAYS SAY THANK YOU!

Son günlerde hep birşeylerden şikayet eder modda dolaşıyorum.Deneyimlerim ve hayat tecrübem gösterdi ki;hayatın olumsuz yanlarına odaklanmak ,anı kaçırmamıza ve yaşamı ıskalamamıza sebep oluyor.Bunun bilincindeyim.Ama benim ki;gereksiz ve şımarıkça tavırlarla, olan biten herşeyden şikayet ederek ortalarda dolanmaktan biraz farklı.Çoğunlukla bazı insanların sergiledikleri tutum ve davranışlardan şikayetçiyim.Bazen kendimi ,kaba saba,görgü kurallarını bilmeyen insanların kuşattığı bir sistemde tek başıma yaşıyormuş gibi hissediyorum.Kimseyi terbiye etmek benim haddime değil,üstelik insanlara önyargıyla yaklaşmayı da sevmem.Olaylar karşısında sergilenen tavırlar,söylenen sözler her zaman o kişinin gerçek kişiliğini de yansıtmayabilir.Bunu da biliyorum.Fakat bazen öyle olaylarla karşılaşıyorum ki,bu kadarına da pes,hiç mi terbiye görmemiş,görgü kurallarından bir haber bu insanlar cümlesi kolaylıkla dilimden dökülüveriyor.Geçenlerde devlet dairelerinden birine yolum düştü.İşini halledememenin hayal kırıklığı içindeki bir kadın,belki kaba saba doğası gereği ve belki de anlık bir sinirle karşısındaki memura çıkışıyordu.Memur,yarım saatten fazladır kadının işleriyle boğuşmuş olmanın bıkkınlığı içinde ,aslında beklediği tek şeyin küçük bir teşekkür olduğunu ifade etti sözleriyle kendisine saldıran öfkeli kadına.Evet, bazen benimde sinirlendiğim olaylar oluyor.Bugün git yarın gel tarzı ya da bugün keyfim yok işini yapamayacağım şeklinde keyfi tavırlar içinde olan memurlara ben de bizzat şahit oldum.Ama yukarda anlattığım durumda böyle birşey söz konusu değildi.Kadın olumsuz ruh halinin verdiği negatif tavrı devam ettirerek ”Tabii ki yapacaksın.Sen benim işimi yapmak için para alıyorsun.Sanki iyilik yapıyormuş gibi konuşma.Neden sana teşekkür edeyim ki?” tarzında bir cümle ile cevap verdi.Size bir iyilik yapıldığında teşekkür edersiniz,etmelisiniz ama birisi sizin için vaktini ayırıp,sorununuzu çözmek için emek harcamışsa da teşekkür etmelisiniz.Bu onun görevi olsa bile.Markette kasadaki kıza,devlet dairesindeki memura,sinemada bilet gişesindeki adama ,sizin için vakit harcayan,derdinizi dinleyen bir arkadaşınıza da teşekkür etmelisiniz.Bu bir inceliktir.Çevremizdekilerle uyumlu ve dengeli bir ilişki kurabilmenin yolu  nezaketten geçiyor,Sonuçta hepimiz toplum içinde yaşarken başka insanlarla iletişim kurmak zorunda kalıyoruz.Nezaket,karşımızdakiyle empati kurabilmek medeni bir insanın olmazsa olmazıdır.Karşımızdakinden küçük bir teşekkürü esirgemeyelim ve yaşadığımız olumsuz duyguları başka insanlara yansıtarak onların da huzurunu bozmayalım.Sözlerimi çok sevdiğim filozof Arthur Schopenhauer’ın bir cümlesi ile bitiriyorum.”Sıcaklık balmumu için neyse nezaket de insan için odur”

 

HANGİ ARA VE NASIL BU HALE GELDİK?

Gün geçtikçe daha fazla rastlar oldum,birbirine saygı duymayan,hiçbir şeye tahammülü kalmamış bencil insan modeline.Hangi ara ve nasıl bu hale geldik bilmiyorum ama şunu net bir şekilde söyleyebilirim ki,insanı değerlerin zedelendiği toplumlardaki bireylerin mutlu olabilme şansı yok.Bu girişi yapmamın bir sebebi var elbet.Şimdi kısaca anlatmaya çalışacağım.
Dün gittikçe etkisini arttıran sağanak yağmura rağmen ,son haftalarda rutine binmiş diş doktoru randevuma yetişmek üzere evden çıktım.Birkaç aksilik yüzünden dişimle ilgili konu planlandığı gibi gitmedi ve muayenehaneden ağzımda garip bir tat,her daim dilimin gittiği yüksek kalan geçici dolgumun verdiği rahatsızlık hissi ile ayrıldım.Dışarısı,hala etkisini sürdüren yoğun yağış yüzünden su birikintilerinden atlayarak geçmemi gerektiren bir kıvama gelmişti bile.Bir türlü karar veremiyordum ; kısa mesafe için müşteri almamaya yemin etmiş taksi şöförleri ile mücadele edip sinirimi mi bozsaydım yoksa devasa şemsiyemin koruyucu kanatları altında çamura bulanmış yollarda atlaya,sıçraya yoluma devam mı etseydim? Kısa bir tereddüt anından sonra eşimi aramamın ve iş dönüşü geçerken arabasıyla beni almasının daha mantıklı bir seçenek olarak göründüğüne karar verdim.Böylece tekrar diş doktorunun muayenehanesine geri döndüm ve eşimi beklemeye başladım.Neyse ki fazla beklememe gerek kalmadı ve sırtımı arabamızın rahat koltuğuna dayayabildim.Marketten almamız gereken ufak tefek birşeyler mevcuttu ve sağ şeride sıra sıra araçlar park ettiği için tek şeride düşmüş yolda ağır aksak ilerlemeye çalışıyorduk.Takip mesafesini ihlal eden,sinyal vermeden sizi sollamaya çalışan yurdum insanı,yol vermeyince daha da sinirleniyor ve bu sinirin yarattığı anlaşılmaz ruh hali ile bu defa defalarca kornaya basarak sizi bir nevi taciz ediyor ve adeta zorla önünüze geçiyor.İşte toplumsal huzursuzluğumuzun bulabildiği küçük bir çatlaktan tezahür etmiş hali…Birlikte yaşama kültürünü hala oluşturamamış bir toplum olduğumuz için,trafik konusuna basit çözümler üretebilmemizi de beklemiyorum elbette.
Sinir katsayısı kat ve kat artmış olarak marketin önüne geldik.Çok sevindirici ki bizden başka park yeri için bekleyen araç yok.Birden beyaz bir Audi gelip önümüze geçiyor.Önce cadde kenarında duracak başka bir yer bulamadığı için mecburen önümüze geçmiş olabileceğini düşünüyorum.Ama çok geçmeden safiyane bir iyi niyet içinde olduğumu fark ediyorum.Zira alışverişini tamamlamış bir vatandaş arabasını park ettiği yerden çıkarır çıkarmaz.beyaz arabadaki kadın sürücü ani bir manevrayla boş bulduğu park yerine geçiyor.Bu hareketiyle bu saygısız kadın ne mesaj veriyor.1) Benim zamanım sizinkinden daha kıymetli ve ne kadar kuyruk olursa olsun ben her zaman başkalarının hakkını gasp edip öne geçerim.2) Ben önemliyim.Mühim olan benim isteklerim.
Bir toplumun medeniyet göstergesi olan bir sürü küçük detay var aslında.Birbirine saygı duyarak birlikte yaşayabilmeyi başaran,bilgi ile donatılmış,doğruyu eğriden ayırt etme kudretine sahip,güzellikleri ve incelikleri fark edebilen insanların oluşturduğu topluluk medenidir.Yaşam kalitesi ve refah düzeyi arttıkça medeniyetin de artacağını varsayarız.Ancak bu her zaman doğru orantılı olarak artmıyor.Zira yıllık kişi başına düşen milli geliri bizim yarımız kadar olan Tayland da görmedim böyle bir saygısızlığı mesela.Sky Train de inecek yolcular inmeden düzgün bir şekilde peronda kuyruğa girmiş hiçbir tay vatandaşı trene binmiyor ve gene hiçbir şekilde sıranın önüne geçme çabası içinde de değiller.Belki Budizm inancının bir payı vardır bu medeni bir insanda bulunması gereken davranışlarda.Zira, ister bir din ister bir felsefe olarak kabul edin, Budizm inancının temelinde insani istek ve hırsların yok olduğu ,saf ve temiz bir duruma kavuşma yani Nirvana ya ulaşma hali önem kazanıyor.Saygı,sevgi ve hoşgörü çok önemli.Anlaşılan Tay insanları da mutlu olabilmek için Nirvana ya ulaşmanın önemini kavramış.
Sadede gelecek olursam,nasıl tabir edeceğimi bilemiyorum ama kadın maganda demek istiyorum arabasını park eder etmez yanına gidip sıramızı gasp edemeyeceğini ve arkaya geçmesi gerektiğini uygun bir dille söyledik.Ben her zaman şuna inanıyorum,insanların size nasıl davranacaklarını siz belirlersiniz.Hoşuma gitmeyen bir davranışla karşılaştığımda ,karşımdakini uyarmaktan yanayım.Çünkü susmak,karşınızdakinin saygısızlığına izin verdiğiniz anlamını da taşıyor.Haa bu arada beklenildiği gibi son derece küstah ve kibirli tavırlarla cevap verdi ama kararlı tutumumuz karşısında ,sırasını beklemektense hızla çekip gitmeyi tercih etti.
Kimsenin karşısındakinin sabrını,tahammül sınırlarını zorlamadığı güzel bir hafta sonu olsun.

Kitap satın alma bağımlılığı

bibliophile2015_carriembeckerart
Fotoğraf ”BİBLİYOFİL” Carrie Embecker,2015)

Şu hayatta en sevdiğim aktivitelerin başında kitapçı kitapçı dolaşmak geliyor.Bunun için de her zaman bir bahanem vardır.Ya hava çok soğuktur,cafesi de olan bir kitapçıda sıcacık bir kahve eşliğinde yeni çıkan kitaplara göz atmak istemişimdir ya da uzun zamandır aradığım ama bulamadığım bir kitabın yeni baskısı çıktı mı diye görevliye sormam gerekiyordur.Bir kitapçı dükkanına uğramak için elbette bahaneye ihtiyacımız yok ama bu tutkum bazen o an yanımda bulunanlar için can sıkıcı olabiliyor.Ben de yukarda saydığım mantıklı ve güzel bahanelerle bir çırpıda dükkandan içeri ışınlanabiliyorum.Rüzgarda savrulan yaprak misali,kitap reyonları arasında oradan oraya savrulurken beynimde yapışıp kalmış düşüncelerimden kısa bir süre için de olsa arınıyorum.Her ne zaman kendimi modu düşmüş ve enerjisi aşağı çekilmiş hissetsem ,bulabildiğim en yakın kitapçıya giriyor ve kitap dünyasının o büyülü atmosferinde hayallere dalıyorum.Dükkandan çıktığımda keyfim de yerine gelmiş oluyor.İnternetten kitap satın almayı oldum olası sevemedim.Ben bir kitabı satın almadan önce ona dokunabilme,kokusunu içime çekebilme hissini seviyorum.Bazılarınız için bu duygu mutlaka çok tanıdıktır.Sonra, o kitabın sayfaları arasında küçük bir gezintiye çıkma ,kapak tasarımını yakından inceleme imkanı bana anlatılmaz bir huzur veriyor.
FullSizeRender (2)
Geçtiğimiz pazar gene ellerim kollarım dolu bir vaziyette çıktım bir kitapçıdan.Kasadaki kızla kısa bir sohbet yaptık çok sevilen yazar Haruki Murakami hakkında.Kitaplarından biri indirimdeydi ve görüp görmediğimi sordu.Ben de yazarın büyük bir hayran kitlesinin bulunduğunu bildiğimi ama okuduğum ilk kitabı olan İmkansızın şarkısı’nın bana çok fazla hitap etmediğini söyledim.Şaşırdığını belli eden gözlerle yüzüme baktı.Elbette tek bir kitabıyla bir yazarı yermek ya da övmek pek doğru bir yaklaşım değil bu sebeple düşüncelerimin netlik kazanması için başka kitaplarına da şans vereceğim ilk fırsatta.Bu arada konu buralara geldi ama aslında yazının başında anlatmaya niyet ettiğim şey kitap alma bağımlılığımdı.Evde okunmayı bekleyen o kadar çok kitabım var ki,üç günde bir kitap bitirirsem 2018 senesine sıfırlanmış olarak girebileceğim.Ama satın alma bağımlılığını dizginleyemediğim sürece bu bir hayal olarak kalacak.Aslın da ister satın alma arzusu isterse bağımlılığı diyelim bunu dizginlemek için bilinçli bir çaba içine girdiğim de pek söylenemez.Sadece şunu söyleyebilirim ki; kitaplarımı düzenlerken varlığını çoktan unutmuş olduğumu fark ettiğim, okunmamış kitapların gün geçtikçe sayıca fazlalaşmaya başlaması beni huzursuz ediyor ve zaman zaman hepsini okumadan yenisini almamalıyım hissine kapılmama sebep oluyor bu huzursuzluk duygusu.Neyse ki kitap satın almak kadar okumaya da düşkünüm ve ikisini bazen biri bazen diğeri öne geçmesine rağmen birbirine paralel yürütmeye çalışıyorum.Üstelik,derinliği olan farkındalığımı arttıracak kitapları okumayı daha çok tercih ediyorum popüler kültüre ait çok satan kitapları okumaktansa.Bu anlamda bir bibliyofil sayılabilir miyim bilmiyorum ama olay bibliyomani ye varmadığı sürece sorun yok herhalde.

NEDİR BU HAYVANLARIN ÇEKTİĞİ?

Sabah kahvaltımı yaparken bir yandan da e-postalarımı kontrol ediyordum.Aralarından biri hemen dikkatimi çekti.Kedi MURO için change org da başlatılan ve de gazetelere konu olan şu üzücü olay…Birçoğunuz duymuşsunuzdur sanırım.Olay geçtiğimiz yaz meydana gelmiş.Ankara da yaşayan bir çiftin dünya tatlısı kedisi Muro,60 yaşındaki komşu kadın tarafından kürekle öldüresiye dövülmüş.Üç ameliyat geçiren kedinin şu anda maalesef gözleri görmüyor ve de arka ayağı ampute edilmiş durumda.Ancak delil yetersizliği nedeniyle ”Kovuşturmaya gerek yok” kararı veriliyor.O kadar çok böyle haber işitiyoruz ki artık bu kötülüklerin bir gün son bulacağına dair ümidimi yitirdim.İnsanoğlu kendini evrenin merkezi gibi görmeye devam ettikçe ,kendi dışındaki canlıların yaşam hakkına da saygı duymayacaktır.Hangi birini sayayım ki ? Dünyada her yıl milyonlarca hayvan kürkü için katlediliyor.Ya insanların eğlencesi için doğal ortamlarından koparılarak ,hayvanat bahçelerindeki küçücük kafeslere kapatılan hayvanlara ne demeli? Bir tanıdığım çocuğunu hayvanat bahçesine götürerek,ona hayvan sevgisi aşıladığını sanıyordu.Neyse ki son yıllarda birçok ülkede sirklerde yaban hayvanlarının kullanılması yasaklandı.Bir de hayvanların kullanıldığı kozmetik deneyleri meselesi var tabii.Say say bitmiyor.Bunlar yetmezmiş gibi sokakta yaşam savaşı veren ,bir parça ekmek bulacak diye türlü tehlikelere göğüs germek zorunda kalan ve de insanlar tarafından cinsel istismara,işkenceye uğrayan zavallı sokak canları.Araştırmalar tüm seri katillerin çocukluklarında bir hayvanı öldürdüğüne işaret ediyor.Yani çocuğunuza daha küçükken hayvan sevgisini aşılarsanız hem merhamet denen duyguyu öğrenmiş olacak hem de bir hayvanın sorumluluğunu almanın ne demek olduğunu kavrayarak, ilerde paylaşımcı ve bencil olmayan ,çevresiyle empati kurabilen bir birey olmasını sağlayacaktır.Kısacası çocuğun hem duygusal hem de sosyal gelişimi için kendisi dışınca bir canlının daha bu evrende varolduğu gerçeğini kavraması çok önem taşıyor.Bazen yollarda kedileri iteleyip kovalayan,kuyruğunu çekip hırpalayan küçük çocuklar görüyorum.Ve maalesef ki ebeveynleri çok komik bir olaymış gibi ,çocuklarını uyaracaklarına bu duruma gülüyorlar ya da bir kediyi sevmek için yaklaşan çocuklarına ” Elleme çocuğum pis o,mikrop kaparsın,seni ısırır,tırmalar ”vs.tarzı cümleler sarf ediyorlar.Yaptığı kötü birşey ebeveyni tarafından onaylanıyorsa, o çocuk hayvanlara eziyet etmenin kötü birşey olduğunu nasıl öğrenecek? Ya da bir çocuğa elleme pis o,seni tırmalar şimdi tarzı cümleler kuruyorsanız,büyük bir ihtimalle ilerde hayvanlardan korkacaktır.Geçenlerde havanın güneşli olduğu bir gün sahilde bankta otururken  ,küçük bir kız çocuğu da annesiyle yanıma oturdu.Bankın altında bir kedi de uyukluyor.Tahminen 6-7 yaşlarında olduğunu sandığım çocuk birden kediyi ayağıyla dürterek ”Pişt,kalksana ordan pis kedi” dedi.Annesinin umrunda değil.O sırada cep telefonuyla birisine hararetli hararetli birşeyler anlatıyor.Ben de ”Yapma canım,bak ne tatlı bir kedicik,gel beraber biraz mama verelim” dedim.Sonra çantamdan ,daimi olarak yanımda taşıdığım kedi mamasını çıkararak bir peçetenin içinde kedinin önüne koydum.Bir müddet kediyi izleyen küçük kız,sonra bana dönerek” Ben de biraz verebilir miyim ” dedi.Çantamdan bir parça mama daha çıkarıp ,küçük kızın da kediye vermesini sağladım.Tabii bu durumda temkinli olmakta fayda var.Bazen sokak kedileri  yemek yerken önündeki yemeği alacağınızı düşünerek,ek mamayı vermek için uzandığınızda tırmık atabiliyor.O yüzden önündeki bitmeden ,yenisini vermemekte fayda var.Evdeki kedim yediği yemeği önünden çeksem bile hiçbir şey yapmıyor ama sokakta zor ve çetin şartlarda yaşam savaşı verdikleri için,mamasını kaparsınız diye korkuyorlar.Neyse Kedi Muro dan nerelere geldim.Sabah bu üzücü haber enerjimi aşağı çektiği için,gün boyunca keyifsizdim.Bu yazıyı yazmayı o yüzden gene geceye bıraktım.Ve son olarak ünlü yazar Oğuz ATAY’ın eşi gazeteci ve yazar Pakize Barışta nın güzel bir sözü ile yazımı bitireyim.”Hayatlarına bir hayvanı kabul etmeden yaşayanların eksik yaşadıklarına inanırım ben. Ama yine de bugüne kadar bir hayvanınız olmasa da, sokak köpeklerinin size nasıl baktıklarına, gözlerinin içine sizi nasıl çektiklerine dikkat edin bir; bunun farkına vardığınızda her şeyi anlamaya başlayacaksınız bence. ”Pakize Barışta

Kampanyayı imzalamak isterseniz linki aşağıda

https://www.change.org/p/k%C3%BCrekle-d%C3%B6v%C3%BClen-muro-kedi-i%C3%A7in-adalet-adalet-bakanlik